Ruhumu Meleğe Sattım

6 Aralık 2013

| 3 yorum
Hayatimda ilk defa, melek ve seytan halimi bu kadar net gordum. Aynen Mecnun'un basina usustukleri gibi benim de usustuler basima, boyle kocaman, gur sesleriyle. 



Kavgalari buyuktu; uykuya dalmak icin Haymana'dan getirtdigim koyunlarimi paramparca ettiler :( Turkiye'ye geldikten sonra yuzume kapanan 347189. kapidan sonra, yatagima aglaya aglaya gomuldugum sirada melek ben, melek kendim, kendimin melek versiyonu -iste her ne ise - hiç anlam veremediğim bir şekilde beyaz entarisi ve yazmasıyla çıka geldi.

Melek: "Abariii!! Gııız, galk bakaam yataktan. Sendiin de mii gız, hani geçen sene Berlin duvarını yıktıydın. (Yoğ artık!), garlı galdırımlarına gözyaşlarını gömüyüp de daha varışının ikinci ayında iş bulduydun (ha bak bu doğru). Hatta bu işte de rüsva olduydun da yılmayıp başka bir yerde caanım güzelim nenelere öğretmenlik ettiydin. Galk yataktan da yine oodaki gibin başın dik, sert adımlarla yürü, hadi bakiin. Uymacaan şeytana öyle.......... Aha, anılan yolda oluumuş, geldi bizim nani molla"

Şeytan, tüylü terlikleri ve ağır makyajıyla başucumda beliriverdi...

Şeytan: "Ha ha haaaaay, güliiim bari. Üç aylık işlere girdin diye bişi mi sandın kendini cicim. Hem orası Berlin. Yürürken yolda yardım dilesen 3500 kişi koşar da, normal halinle yürüsen kimse sana bakmaz, karışmaz şekerim. Burası öyle mi? Çık dışarı da bi bak bakayım otobüste seni süzen gözlere. Başına bişi gelse kime gitcen ayol? Hadi tüm engelleri yendin de işe girdin diyelim. Seni yine kullanacaklar. Az eleman, çok iş kafasındaki güzel ülkemde kime güveneceksin tatlım? Dolandırıcı doluşmuş ülkeye baksana..."

Beypazarlı Melek anne: "Memleketin diil mi bura senin gara gaşlım? Memleketinde hayır işlecesin istemeyon mu sen? Buuda daha çok ihtıyaç sahibi var demeyon mu? İnçi, galkacan o yataktan. Mutlu olcen ki işe yarıcan, işe yarıcan ki mutlu olcen. Yatan aslandan, gezen tilki iyidir."

Kokoş Mahmure Şeytan: "Yorulmadın mı cicim, ona git, şuna git. Kapılar zorla, sonra üzerine kapansın. Boşver şekerim yat yattığın yerde. Hangi iş doğru gitmiş ki burda, sen faydalı olasın elaleme? Her yıl ordan oraya savuruyorlar insanları. Bak o kadar atama bekleyen öğretmen var. Her sene bi yasa değiştiyorlar, öğretmenleri de öğrencileri de perişan ediyorlar. Bir şeyler yapalım, karşı çıkalım diyorlar, dövüldükleriyle kalıyorlar. Değmez tatlım yorulmaya, değmez."

Beypazarlı Melek anne: "Aha ben de ondan deyoom ya galk diye. Galk da değiştir şu memleketin halini. Hadi gınalı guuzuum. Senin memleketine, memleketinin de sana ihtiyacı var. Hadi bakiin. Dinleme şu gıytırık garıyı"

Kokoş Mahmure Şeytan: "Kıytırık mı? sen kim oluyorsun da benimle bu şekilde konuşuyorsun. Yırtarım o ağzını caaart diye"

Beypazarlı Melek anne 



Sonuç: Kavga 685 koyunun ölümüne sebep olmuş. Arkada heba etilen 5 saat ve mor halkalı bir çift göz kalmıştır. Bu vahim olaydan sağ kurtulan Elf Fiend ruhunu melege satarak, hemen ertesi gün iş bulmuştur. BaşBaş

Gözümüzdeki uçuşan şekiller ve önemi

4 Aralık 2013

| 3 yorum
Hani gözümüzün önünde uçuşan çubuklar görürüz bazen. Benimkilerin çoğu kıvrımlı olur, bazen de düz. Takip de edebiliriz. Gözümüzü ovuşturduğumuzda ya da sımsıkı kapadığımızda, bır de mavi açık tonlarda bir fona baktığımızda görürmüşüz. Dikkat etmemiştim ne zaman ortaya çıktıklarını. Ben hep onlar, gözümün içinde yaşayan minik canavarlarmış diye hayal ederdim. Aslında bir nevi öyleymiş. Gözümüzdeki vitröz sıvısında bulunan proteinlerin yansımasıymış. Işık, vitröz içindeki bu yapılara çarparak retina üzerinde gölgeler oluşmasına neden olurmuş. Yani artık o minik canavarlarımın bir ismi var; "floater (yüzer noktalar)"

Evrimsel açıdan hiç bir avantajı yokmuş, ama bazıları için ne kadar da çok önemi varmış...


Kaynak: http://evrimagaci.org/fotograf/47/4983/

Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri

1 Aralık 2013

| 2 yorum
Adının anlamını hayatına taşımış bir insan... Pütün'ken kırılmaz bir meyve çekirdeği olmuş. Güney'ken ise sürgünler arasında memleketine hasret duymuş. İçinde hep bir kavga yaşamış Yılmaz Güney. Kendine savaş açmış, insanlara karşı savaşmış, ama en büyük kavgasını insanlar için etmiş.

Hikayelerini filme taşımadan önce kendi yaşamış. Kabadayılarla karşılaşmış örneğin, sonra kabadayıyı oynamış. Bir de bakmış belinde çift tabancalı bir kabadayı çıkmış içinden. Ama militan Yılmaz Güney'den hiç vazgeçmemiş... ama o hep insanların iyisini de kötüsünü de sevmiş.

'84 Eylül'ünde son defa, ama bu sefer memleketinde, memleketinden değil, hayattan sürgün edilmiş Yılmaz Güney. Ve tüm bu sürüklenmeler daha komünizmin ne olduğunu bilmezken, "bir orospuya aşkı" anlatan yazısının o "korkunç" başlığıyla başlamış.

"Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri"



On the verge of tears

26 Kasım 2013

| 3 yorum
15 sarkilik minik bir liste daha. Aglamak icin zaten bir sebebiniz varsa dinlemeyin, ama hava yagmurlu siz de biraz pusluysaniz guzel gider. Hele bir de disardaysaniz. Gozyaslarinizin keyifli olmasi dilegiyle; 
BaşBaş


Uçurtmayı Vurmasınlar

22 Kasım 2013

| 3 yorum


Barış'tan çok da büyük değildim bu filmi izlediğimde. Çok ağlamıştım... Çocuk aklı, ne anlasın bu filmden? Belki müzik ya da Nur Sürer'in sesi çok dokunmuştur, belki çok sevdiğim bir oyuncağımı kaybetmişimdir de ağlamak icin bahane arıyorumdur. Yok ama anlamıştım. "Adının anlamı dünyayı kucaklasa, Barış'ın taşta büyümek zorunda kalmayacağını" anlamıştım.
5 yaşındaki çocuğun boncuk gözlerinden, taş duvar arasında acı çeken kadınları anlamıştım. Kitabı paramparça eden müdüre sinirlenmistim mesela. Adı "Anti-komunist mücadele taktikleri" de olsa, "Das Kapital" de olsa kitabın ne suçu vardı ki?! Kitaplar suçlu olabilirler miydi ki?! Ya resimler? Yere tebeşirle çizilmis uçurtma resmi suçlu muydu da sildi onu müdür?! 

Barış, İnci dışarı çıktıktan sonra ona soruyordu; "Bizim göğümüzün bi tek gündüzü var. Senin göğünde gece oluyo mu?" Sistemin belirlediği "suç" kavramına göre ve yine sistemin insanlara aşıladığı hedefsizlik, özellikle kadınlara yüklediği damızlıktan öteye gitmeyen işlev(siz)lik yüzünden duvarlar arasına kapatılıp daha da silikleştirilen kadınların ve insanların yıldızlarını çalmak da suç değil miydi peki? Ne var en azından gece de bakabilselerdi göğe? 

Filmde tam olarak yansıtılmamış bir sahneyi, filmin/kitabın gerçek kahramanı Barış Gökçe anlatıyor; "Cezaevi aracında beklerken asker bana simit almıştı. O asker arabada ağlamaya başladı. Çocukça duyguyla gidip neden ağladığını sordum, cevap vermedi. Yıllar sonra annemden öğrendim. Meğer o sırada içeride anneme işkence ediyorlarmış, o asker de beni dışarıda oyalıyormuş ona üzülüp ağlamış." İşkence suç değilmiydi peki? 

Ya uçurtmanın ne suçu vardı? Barış'ın sevinci, koğuştaki kadınların umudu nasıl olur da suç teşkil ediyordu? Nasıl bir korkuydu bu da mesaj gönderiliyor diye uçurtmayı vurmaya kalkmışlardı? 


Filmi ilk izlediğimden bu yana nerdeyse 20 sene geçmiş ama benim çocuk aklımın soruları hala yanıt bulamıyor ne yazık ki... Emin olduğum bir tek şey vardı; o da Barış değil Mickey işemişti altına :)

Ufal da cebime gir Berlin!!

17 Kasım 2013

| 4 yorum

"Sen mi buyuksun Berlin!!! Hayir ben buyugum!!" diye yasadigim bir yilin anisina 
ve
tum acilarin inadina 
ve 
her seye ragmen bu guzel sehre duydugum ozlem adina gelsin;

Ufal da cebime gir Berlin!!


BaşBaş

Bedenimi sil, ruhumu degil!

9 Kasım 2013

| 3 yorum
Liu Bolin amcama gitsem, benim de bedenimi gorunmez yap desem.




Ornegin insanlar basortumu gormese ya da genis gogus dekoltemi. Laf atilmasa, sadece gogus ve kalcadan ibaret oldugum haykirilmasa mesela. Erkek arkadasimin evine girerken gorunmesem ya da yolda esimi operken. 13 yasimda nikah masasindayken birden kaybolsam ya da o 26 bedenin altinda ezilirken. Icimizdeki kadini gormezden gelen ama bedenimiz uzerinden sov ve siyaset yapan bu zihniyet icinde tamamen kaybolmamak icin direnen milyonlarca kadindan biriyim sadece.




Insanlarin gozunden beni degil! basortumu ya da sortumun altindaki uzun bacaklarimi silebilir misin Liu amca? Kadinin, ananin, kucuk kizin ruhunu cizebilir misin insanlarin zihnine Liu Bolin?

Kaybolmus kadin makyajlari: Gila Benezra, Yulya Gushul, Gözde Pişkin


Perfect Day

8 Kasım 2013

| 2 yorum
Bugun mukemmel bir gun olsun. Olmasa bile bu duet yasadiginiz ani mukemmel kilsin...



BaşBaş

Anlatmak

2 Kasım 2013

| 1 yorum
Filmlerdeki ilham verici konusmalar vardir ya hani... konusmayi yapacak adam oyle heyecanlidir, cevresindekiler oyle coskulu dinlerler ve arkadaki muzik oyle gazdir ki, adam/kadin

 "aptalsiniz uleen"

dese bile alkislayasiniz gelir, gozleriniz dolar. Hayat degistirirler hani. Dunyayi -pardon Amerika'yi dolayisiyla dunyayi kurtarir, savasi durdurur, umutlanir, buyuk bir hayali gerceklestirirsiniz bu konusmadan sonra. Hah iste ben de yapcam ondan bi gun. Cok biliyorum ya ben, cok da iyi anlatirim ya hani... Cok bilmekten daha zormus anlatmak. Cok okusan da, cok gezip cok tanisan da "anlat" dediginde birileri, duruverirmissin. Durmasan, kelimeleri secemezmissin, secsen dizemezmissin, dizsen karsidaki hic bir zaman ayni sirada goremezmis o kelimeleri. Ornegin bir insanin gordugu kirmizi, baska hic kimsenin gordugu kirmiziyla ayni degilmis. Tarif de edemezmissin. Acik desen, onun gordugu acik da benim gordugum acikla ayni olmazmis. E nolcak simdi? "Seni seviyorum" dedigimde, karsimdaki hic bir zaman benim "seni seviyorum"da hissettigim seyi anlayamayacak mi? Coook ama coook desem, onun "cok"u ne kadar ki? Dunyalar kadar desem, evrende kac dunya var? Evren kadar desem evrenin sonsuz olduguna mi inaniyor, yoksa bir yerlerde bittigine mi? Dunyamiz algiladigimiz kadarken ve algilarimiz birbirinden bu kadar farkliyken ben simdi nasil "seni seviyorum" dicem? Yok yok dicem yine de, hatta ustune o konusmalardan da yapip hayat kurtaricam!! The Barber (Charlie Chaplin) gibi savasi durdurur muyum bilmem ama buyuyunce ben de konusucam! 



Konusma Metni;

"Özür dilerim, ben imparator olmak istemiyorum. Bu beni ilgilendirmiyor. Hükmetmek veya işgal etmek istemiyorum. Mümkünse, herkese yardım etmek istiyorum. Yahudi veya değil, siyah veya beyaz... Hepimiz birbirimize yardım etmek istiyoruz. İnsan olmak böyle bir şey. Birbirimizin mutluluğuyla yaşamak istiyoruz hayatlarımızı, ızdırabıyla değil. Hiç kimseden nefret etmiyoruz. Hiç kimseyi aşağılamıyoruz. Bu dünyada herkese yer var. Bu dünya herkese yetecek kadar zengin. Yaşamak hür ve güzel olmalı. Biz doğru yoldan çıktık. 

Açgözlülük insan ruhunu zehirledi, nefret duvarları ördü. Bizi mutsuzluğa ve insan kıyımına mahkum etti. Hızı keşfettik ama yerimizde sayıyoruz. Bolluk getiren makineleşme, bizi her şeyi ister hale getirdi. Bilgimiz bizi saygısız yaptı. Zekamız bizi kabalaştırdı. Çok düşünüp az hissediyoruz. Makineden çok insanlığa ihtiyacımız var. Zekadan çok iyiliğe ihtiyacımız var. Aksi takdirde şiddet galip gelecek ve hayat yok olacak. 


Uçak ve radyo bizi birbirimize yaklaştırdı. Bu icatların temelinde iyilik, kardeşilik ve beraberlik var. Benim sesimi bile şu an milyonlarca insan duyuyor - milyonlarca umutsuz erkek, kadın ve çocuk... masum insanlara işkence yapan, hapse atan bir sistemin kurbanları onlar. 


Beni duyanlara sesleniyorum; umutsuzluğa kapılmayın! Mutsuzluğumuzun sebebi, hırslı kişilerin, insanlığın ilerlemesinden korkmasıdır. Nefret geçer, dikatatörler ölür. Halktan aldıkları iktidar halka geri döner... İnsanlar ölür, hürriyet ölmez!


Askerler! Sizi aşağılayanlara, sizi köleleştiren, hayatınızı yöneten, size ne yapacağınızı, ne düşüneceğinizi, ne hissedeceğinizi söyleyen zorbalara itaat etmeyin. Onlar sizi eziyor, size hayvan muamelesi yapıyor, sizi silah gibi kullanıyor. İnsanlıktan çıkmış, beyni ve kalbi makineleşmiş kişilere teslim olmayın... Siz ne makine ne de koyunsunuz! Sizler insansınız! Kalbinizde insanlık aşkı var. Siz nefret etmezsiniz. Sevilmemiş insan kin besler. Askerler! Esirlik için değil, hürriyet için savaşın. 

Aziz Luke 'ün dediği gibi "Tanri'nin kralligi insanin icinde saklidir". Bir kişinin, bir grubun değil herkesin icindedir. Güç -makineleri yaratan güç, sizin, halkın elindedir... Mutluluk yaratacak olan güç... Siz, halk, hayatı hür ve güzel yapacak, harika bir maceraya dönüştürecek güce sahipsiniz! 


Demokrasi adına bu gücü kullanalım. Birlik olalım. Yeni bir dünya için savaşalım -gençlere çalışma olanağı tanıyan, yaşlılara güvence sağlayan bir dünya için. Yobazlar bunları vaat ederek iktidarı aldılar. Ama yalan söylüyorlar. Onlar asla sözlerini tutamazlar. Hiç bir zaman da tutmayacaklar. 


Diktatörler, kendilerini özgürleştirir, ama halkı köleleştirirler... Biz bu vaatleri yerine getirmek için savaşalım. Özgür bir dünya için savaşalım. Sınırların olmadığı, hırsın, kin ve hoşgörüsüzlüğün olmadığı bir dünya için. Aklın idare ettiği, bilim ve ilerlemenin herkese mutluluk getireceği bir dünya için savaşalım. Askerler, demokrasi adına birlik olalım!"


Dil'le Geçmiş Zaman

30 Ekim 2013

| 4 yorum
Ey Ingilizce'yi öğrenemeyen kişi, sen değil misin Türkçe'yi öğrenmis, bu yazıyı okuyup anlayabilecek kadar Türkçe bilgisine sahip olmuş; nasıl olur da Ingilizce öğrenemezsin?? Ama bunlar farkli diller mi, ama sen Türkçe'yi öğrenirken daha bebe miydin? Geç geeeç... Bak bakalım 1,5 yaşındaki yeğenin, çocuğun, arkadaşının kızı nasıl öğreniyor Türkçe'yi? Napıyo napıyo?? Tekrar ediyo, kopyalıyo, söylüyo, gösteriyo, dinliyo... Bu kadar basit aslinda. Bu kadar basit görmek öğrenmeyi de basit kılıyor. 1,5 yaşındaki yeğenim kelime kelime öğreniyor dili. Alıyor eline kelime kartlarını, önünde resim arkada resmi tanımlayan kelime, tek tek ezberliyo?!! Saçma oldu di mi? Saçma çünkü!! Ezberlemekle öğrenmek çelisir birbirleriyle çünkü. Öğrenmek; o bilgi hakkinda düşünmeyi, bilgiyi kafanda canlandırmayı ve kullanmayı gerektirir. Bir kelimeyi, ancak onu kendinle ilişkilendirdiğinde öğrenebilirsin. Somut objeler icin o objeyi kullandığın ana gitmek yardımcı olabilir mesela ve bunu yaparken de cümle kurmak. En son ne zaman kitap okudun, neydi kitabin ismi; "Kedi mektupları". Hmm o zaman "Kedi Mektupları is a book", "Hobbit is a book". Aynen bebeyken yaptığın gibi göster, söyle, tekrar et, canlandır. Öğrenmek istediğin kelime "to run" (koşmak) ise, kaldir poponu koş azcik :)

Yine yeğenime dönelim. Kendisi sansli bi küçük cadı. çünkü onun etrafinda, onu konuşturmaya çalışan, söylediği her kelime sonrası "alkıışş" diyen bir insan güruhu var. Çevrende sana alkışla tezahürat yapan insan bulabilir misin bilmem, ama Ingilizce'yle haşır neşir olabilecegin ortamlar yaratabilirsin kendine -ki aslında dikkatli bakarsan zaten ordalar. Bak bakalim çikolata kağıdının arkasinda ne yaziyor, ya da aldığın bir elektronik esyanın kullanim klavuzunda. Peki dinlediğin müzikler, izlediğin filmler? 
Olay sadece dikkat kesilmekte. Ayrıca dili doğrudan hayatına dahil edebilirsin. Facebook gibi siteleri ve telefonunu Ingilizce kullanabilirsin. Böylece bir şeyi kullanmak için o dile mecbur kalacaksın, ondan kaçamayacaksın. 

Bir tavsiye daha; dinlediğin Ingizlice bir şarkının sözlerini, okumadan, sadece dinleyerek tekrar et. Bu, Ingilizce'deki sesleri tanıman ve onları telaffuz etmen için yardımcı olacaktır. Ben Arapça bilmem, ama Arapça bir şarkıyı o kadar cok dinledim ki şarkıya eşlik eder oldum. Şarkıyı da bir Arap arkadaşımın yanında mırıldandım. Arkamızdan yürüyen başka bir Arap arkadaşım koşarak yanıma geldi ve heyecanla "Sen Arapça biliyorsun!!" dedi. O gün bugündür, öğrenemeyeceğim dil yoktur diyorum!!

Kelime öğrenirken Türkçe'den faydalanabilirsin, çünkü inanamayacağın kadar çok ortak kelime var. "Alternative, collection" vb.  "Collection" ne demek? Kolleksiyon. Peki "to collect" filli ne demek olabilir? Hmm kolleksiyon yapmak; bir şeyler toplamak, biriktirmek demek. E oyleyse?? Bunların listesini çıkardığında, ne kadar çok kelime bildiğini göreceksin. (Yalnız, dikkat et, bazen aynı kelimeler farklı anlamda kullanılabiliyor.)
Ama sakın doğrudan çeviri yapmaya kalkışma, o zaman hiç bir ilerleme kaydedemezsin. Kelimenin geldigi kültür ve kullanıldığı durumlar tamamen farklı olabilir. Anlamını bulduğun kelimeyi mutlaka cümle içinde gör, tanı. Hangi kelimenin hangi kelimeyle kullanıldığını iyi belle.  "ride a bicycle" veya "drive a bicycle" mı iyi öğren. Google bu konuda en buyuk yardimcin, emin ol. Bir de kelimeyi öğrenirken Ingilizce anlamıyla veya cümle icinde öğrenirsen, kafanda cümleyi ilk once Türkçe kurup sonra onu Ingilizce'ye çevirmek gibi bir zahmete girmezsin. Ingilizceyle o kadar iç içe olacaksın ki, bir gün, daha önceden duyduğun kelimeler, kalıplar birden ağzından dökülüverecek, inan bana. Dizi ve filmler bu konuda yardımcın demiştim.
  "What have you done?" (Ne yaptın sen?) cümlesini o kadar cok izledim ki!! Evet izledim. Bir annenin telasla cocuguna kosup kizginlikla soyledigi "What have you done" cümlesini çok izledim. Bir gün hiç düşünmeden, have ne demek done ne demek bilmeden ağzımdan çıkıverdi, eşimin yaptığı bir şey karşısında tepki verirken. Okuduğun bir yazıda da etrafindaki resimlerden veya bildiğin diger kelimelerden yararlanabilirsin. Bir tür tahmin etme oyunu yani. Zevkli bir sey, gercekten!


Bir insan diğerini tanımak için soruyor; "What do you do?" Cevap veriyor diğeri; "I'm a doctor" (Doctor ne demek biliyorsun). Bir diğer sahnede anne koşarak geliyor ve az once cam kırmış bir çocuğa bagiriyor; "What have you done?!!" Simdi çöz bakalim aradaki farki, dilbilgisi kuralini. Anlayacagin, dili izle ve dinle. Dilbilgisi kurallarını, kendin daha önce bildiğin "My name is Ali" gibi kalıplardan çıkar. Bölme, parçalama. Ezberleme, onun yerine üzerinde düşün, kafa yor. 



Not: Gecmişini dile vermiş, ama yalnızca bir kaç senedir Türkçe ve Ingilizce öğreten biri olarak tavsiyelerim çığır açmaz ama işinize de yarar umuyorum. Ayrıca dil öğrenmek anlattıklarımdan ibaret değil elbet. Eklentiler veya ayrı bir yazı daha yazilabilir.

BaşBaş

Kedi Mektupları

29 Ekim 2013

| 1 yorum



Kedileri seviyorum, kitap okumayı seviyorum, "eylem kadını" Oya Baydar'ı seviyorum. Ee ben şimdi bu kitabı niye tırmıklamayayım?

80 darbesi sonrası siyasi mültecilerin, Berlin duvarının yıkılma sürecinde yaşadığı çelişkiler kedilerin pütürlü dillerinden aktarılıyor. Sosyalist mücadelede yenilmiş, yıpranmış ya da hala güçlü durmaya çalışan insanların yanında yaşayan kediler, birbirleriyle, insanların ayakkabısına, çantasına bıraktıkları koku mektupları aracılığıyla haberleşiyor. 

Kediler; 
özgürlüğü sorguluyor; "Insanların da hayvanların da tok olduğu o zengin (...) ülkelerde açlık yoktu, ama özgürlük de yoktu... (İnsanlar) bir çarka kapılmış gibiydiler sanki. Saatlerin, kuralların, makinelerin çarkına..."
insanları anlamaya çalışıyor; "(...) bütün yaratıklar arasında bir tek insan, ölümlü olduğunu bildiği halde ölümsüzlüğü özlüyor, sonsuzluğu yakalamaya çalışıyor"
insan ilişkilerini yadırgıyor; "Biz kediler, karnımız aç olduğunda yiyecek yüzünden kavga edebiliriz örneğin. Ama sevgiyi ya da bedenlerimizi paylaşma yüzünden kavga edilebileceğini düşünemeyiz bile."
"Sahiplerin Sırlarını Araştırma Projesi" ile, devrimci Hanımlarının veya Beylerinin neye bu kadar üzüldüklerini, içerlediklerini bulmaya çalışıyor.

Bir yandan da ırkçı yaklaşımın yol açtığı sorunlara, hayvanların kısırlaştırılması veya zehirlenmesi gibi problemlere, bir kedi ve köpeğin aşkı gibi farklılıklara değinen Oya Baydar, kedilerin diliyle, hayata dair soruları daha anlaşılır, önyargıya mahal vermeden sorabilmiş. Okuyun derim ben :)

BaşBaş

"ESKİ"

25 Ekim 2013

| 2 yorum


Zombie'li yazimin sonunda dedigim gibi hepimiz bir sekilde kapitalizm zehrine maruz kaliyoruz. Once tuketmeye itiyor bu zehir bizi. Cok yiyor, cok giyiyor, cok aliyoruz. Ne kadar kacsam da yakaliyor bu zehir beni de ve yeni bir sey uretmeyen, var olani defalarca degistirip degisitirip onumuze seren "vintage" akimina kapiliyorum. Zaten yillarca filmleri hep bir toz bulutunun arkasindan, karincalarla seyretmis biri olarak bu "eski" goruntu icime isliyor iyice. Ben de o filmlerin icinde olayim istiyorum. Cok tuketmeyeyim diyorum ama uretmeyi de beceremiyorum. Careyi ikinci el dukkanlarindan, bit pazarlarindan "eski" kokan her seyi toplamakta buluyorum. 
Sansim yaver gidiyor da, aklayip pakladiklari cevirmeli telefonlari 100 liradan asagiya satmayan markalara inat, 
10 liraya buluyorum daha guzelini, en guzelini. Benim bu manyakligimi bilen ablam da karsima daktiloyla cikiyor ve parmaklarim ona deger degmez, birden "Tatli Melegim"deki sekreter Leyla oluveriyorum -ki aslina bakarsaniz normalde de tipim ondan farkli degil zaten :) Telefondu, daktiloydu derken bir de muzikleri saf halleriyle dinleyebilecegim bir pikap yerlestiriyorum yanina. Ee suslemek de lazim; renkli cerceveler icinde eski fotograflar, yine bit pazarindan alinmis geometrik desenli ayna derken evimin en guzel kosesi tamamlanmis oluyor. Sonra da sanat diyorum bunun adina, objelere bagimliligimi, tuketme hastaligimi ortbas etmek icin. Ebeet, sanat baptim ben, yalan mi? Bi kere aldigin seylerin istedigin tarzi ne kadar yansittigini hesaplayacaksin, renklerin uyumunu ve yaratacagi duyguyu dusuneceksin, nasil bir araya koyacagini olceceksin... di mi ya?
Her evin bir tarzi vardir diyorum ve sonra karsima Gabriele Galimberti'nin projesi cikiyor. "Mirrors and Windows"; 5 kitadan yaslari 18 ila 30 arasindaki genc kizlarin kaldiklari odalarin fotograflarindan olusan bir proje. Benim evimi suslemek icin kullandigim eski pusku esyalar, bazilarinin yasamak icin kullandigi elzem esyalar olabiliyorken, acaba diyorum "yokluk" da bir tarz olabilir mi?




BaşBaş


Yeşilçam'dan gelen sesler

21 Ekim 2013

| 3 yorum

Yeşilçam; sevgiden, hayranlıktan, keyiften öte alışkanlık oldu benim için. Yaşıtlarım  Looney Tunes, Taş devri filan izlerken ben, 7 yaşında ağlayarak "ince hastalıklı" filmler izliyordum. Bakıcımız adı altında gelen ama onun yıllar önce kaybolan ablam olduğuna inandığım güzel insanla bol sütlü kahvemi hazırlar, battaniyenin altında hıçkıra hıçkıra izlerdik o yemyeşil çamı. Kahvemdeki süt miktarı azaldıkça ve kahvenin acısı gerçekte karşılaştıklarımın yanında vııııııız gibi geldikçe gülmeye başladım bu acıklı filmlere (hepsine değil!), ama izlemekten de hiç vazgeçmedim. Bir süre sonra dinlemeye de başladım filmleri. Öyle güzel şarkılar geliyordu ki arkadan, hayatımın parçası oldu her bir melodi. Belkıs Özener, Esin Engin derken daha da dikkat kesilip Paul Mauriat'ı, John Barry'i duymaya başladım. Ay bu şarkı şurda mı çalıyodu, bu çalan parça neydi diye diye bi liste çıkarmaya başladım; az duyuluyor olmalarından ötürü yabancı film müziklerinden oluşan minik bi liste. Daha çok parça, her bir parçanın da çalındığı daha çok film var. Umarım devamı gelecek. Yemyeşil çamlarımız eksik olmasın!! BaşBaş...



Hayat Yarışı

19 Ekim 2013

| 1 yorum






Buyuk bir yarisa basliyorsun Dostum. Hazirlan, hirsini yanina al, kaskini giy...



Amacin; digerlerini gecip birinci olmak, bu kadar...




Karsina kalp kirikliklari cikacak. Aman su zavallilardan olma. Soyle guzel bi manevra yap, dusme bu cukura...




Depresyon batakligi vardir ki, sakin kapilma ona. Soyle yandan yandan, cicekli bocekli alanlardan siyriliver hemen...





Zaaflarina yenilme, kotu aliskanliklardan uzak dur, feci carpar...





Tehlikeye girme aman ha, yanarsin. Sagdan sagdan kaciver, koru kendini...





Sakin durup da tembellik yapayim deme...





Kendini utanc icine dusurecek hic bir sey yapma. Vicik vicik bisi o, kacin o duygudan...





Birine baglanmak seni yavaslatir, yolundan saptirir. Uyma onlara...






EvVet, basardin Dostum. Birinci oldun!!!




Hic bir tuzaga dusmedin. Hic bir kotu duyguya yenilmedin. Yasamadin, durmadin, dusunmedin, keyif almadin ama birinci oldun! 






Yarisi bitirmek yerine onu doya doya yasayan diger budalalardan olmadin. Yalniz ama birinci oldun. Tebrik ederim...



Bir karikatur hayat degistirir mi diye dusunmeyin. Burdan baslayin http://viruscomix.com/

BaşBaş



inilti

18 Ekim 2013

| 6 yorum


Hayatimda okudugum en guzel siir kitabi ve en azindan Turkiye’de gerceklesmis en degerli proje.

Bu kitabin sairleri, 60’li yillarda Bakirkoy Ruh ve Sinir Hastaliklari Hastanesinde kalan “hasta”lar. Kitabi da bu kadar degerli kilan tam da bu. Proje sahibi ve derlemeyi yapan Bedia Tuncer, her ne kadar karakterine ve hayatina dair bir fikrim olmasa da buyuk hayranligimi kazandi diyebilirim.

Hastalarin, siirle kendilerini ifade etme firsati bulmalari ve siirin boyle bir yolda aslinda ne kadar verimli olabilecegi, kitaptan elde edebilecegimiz yargilardan belki de en onemsizleri. Insanin deli olarak tanimlanmasinin, onlarin hasta olarak bu dort duvar arasina sıkıştırılmalarının karari kim tarafindan ve neye dayanarak yapildi/yapiliyor? Bu siir kitabi iste bu soruyu carpiyor suratima. Asagida yazan siirin sahibi sizce ne kadar “deli”?

“Zorba kız kaçırır,
Kamarot kurşun kaçırır.
Karaborsacı döviz kaçırır,
Zengin hanım kürk kaçırır.
Ağa koyun kaçırır,
Orman eşkıyası kütük kaçırır.
Ve sonunda kaçırmak için bizlere,
elbette akıl kalır!"
33-B Servisinden
Y... K...  

Ya da bu sair;

FİLOZOF ET
Doğdum büyüdüm okuma, başıma oldu dert;
Askerlik çağı, vazife itham, emir, terhis et...
Dünya evi varmış, anladım o da dert!...
Alnıma çizilmiş tımarhane elim akibet cür'et
Sonu ne olur bilmem ne bir adalet?
Uyan kabrinden ey ünlü filozof sokrat,
Yolunu öğret beni de filozof et...
Ya da Allahım yeter azat et!...

Deli veya akil hastasi olmak bir seylere karsi durustan mi kaynaklaniyor veya hayata verilen onemden mi? 2009 “Bakırköy Akıl Hastanesinin Gizli Tarihi”nde anlatilan baska bir hikaye de bu soruyu cikariyor karsima.

"Bir hasta yatmıştı. Dosyasında, çıplak bir şekilde E-5'i trafiğe kapattığı için polis tarafından getirildiği notu vardı. Neden yaptığını sorduğumda, 'ceketkaplumbağaseykobeşezdiler' dedi manisinin verdiği hızla, tek kelimeymiş gibi... Sonradan anladım ki, bir kaplumbağanın ezildiğini görünce sinirlenmiş, yolun ortasına dikilmiş; ama insanlar sağından solundan geçmeyi sürdürünce, soyunup giysilerini ve saatini (Seiko 5) koyarak yolu kesmeye çalışmış ama onları da ezerek geçmişler."

Adamin yaptigi hareketten öte, onun bir canlinin hayatina verdigi sinirsiz deger siradisi kiliyor durumu. Hayvan sevgisi, bir kediyi kucagina alip oksamaktan oteye gitmeyen bir coklari icin, bu delilikten baska bir sey ifade etmiyor ne yazik ki. Insanin dogayla birlikte varoldugu gercegi, onunla uyum icersinde yasamasi gerekliligi ne zaman delilik oldu? Ne oldu da dogaya sahip cikmaya kalkistik, asil sahibimiz oyken? ve bu gercegi hepimizden daha cok benimsemis, kendini doganin kucagina atmis insanlar ne zaman "deli" oldular?

Arastirilacak, yazilacak daha cok sey var bunun uzerine -ustelik sorularin cevabi bu kadar acikken- ama biz ise yine de soru sormakla baslayalim. 

Ah bi baslasak sormaya…

Soru isaretli gunler dilerim, BaşBaş

Kaynak: http://www.magaradergisi.com/component/content/article/69-mansetler/424-inilti-

Beynimi yiyorlar anne!!

17 Ekim 2013

| 1 yorum


Butun kotu kraliceleri yendim, ruyamdaki Freddie'yi kovdum, Chucky'nin saclarini yikayip, onu pir-u pak bi cici bebeye cevirdim, gel gelelim yillardir Zombie'lerle basedemiyorum. Ben de, psikolojideki, diger butun tedavi yontemlerini ezip gecen "Gorkularinla yuzles, gardas" yolunu izlemeye karar verdim - bir Zombie'yle karsilassam altima etmeyecekmisim gibi. Once işe onlarin gercek olmadigini kanitlamakla baslayayım dedim ve bir arastirma icine girdim. Gel gelelim, bulduklarimdan oturu gecenin 2'sinde hala ayaktayim.


Zombie'ler gercek olabilir mi?


Kedi besleyen varsa aranizda mutlaka kedilerden bulasabilecek bu parazitin ismiyle karsilasmissinizdir; Toxoplasmosa gondii. Kendisi, enfekte ettigi canlinin dogrudan beynine hucum edip onu bilincsiz bir koleye cevirmektedir. Insana yakinligiyla bilinen fareciklerin, parazit yuzunden kendilerini kedilerin onune yem olarak attiklari da bilinmektedir ki bu da Tom ve Jerry'nin sonu demektir!!

Peki vucut fonksiyonlarinizi ölü ilan edilebileceginiz noktaya kadar yavaslatan bir zehir duydunuz mu? Yine cok sevimli, kendisi kadar da cici bir ismi olan Fugu baliginin bu zehrinden bir cesit alkaloidle arinabiliyorsunuz, ancak yemek yemek, uyumak gibi gunluk islevleri gerceklestiren, fakat hafizasiz, bilincsiz bi - du bi ne diyoduk onlara- Zombie'ye donusuyorsunuz!!

Anlattiklarim yeteri kadar korkutucu sanirim. Ama burda bitmedi. Birazdan tum bunlardan daha korkutucu bir gercege deginecegim...


Daha once hic Zombie'yle karsilastiniz mi?



Bu arastirmalari yaparken, ancak parmaklarimin arasindan gorebildigim Zombie yuzleri cok tanidik gorundu bana. Belki ellerimle gozlerimi kapatmaktan kacinabilsem, "Hah tanidim seni, sen komsunun kizi Hale degil misin?" bile diyebilecektim. Her neyse... ben de gercek hayatta zombie ornekleri var midir diye bi karsilastirma yapayim dedim. Referansimi tabi ki Resident Evil'dan almadim, PopCap Games'in ocu diil cici Zombilerinden faydalandim. Bakalim size tanidik gelecekler mi?.


Ön bilgi: Karsilastirmasini yapacagim Zombie turleri, Vodoo din adamlari Bokorlar tarafindan tekrar diriltilen olulerdir. Ortaya cikan bu Zombieler tamamen Bokorlarin etkisi altinda olup, aslinda onlarin guclerine guc katmak icin yaratilirlarmis. Bokorlar tum bunlari, Fugu balikciginin zehrinden bile daha tehlikeli bir zehirle yaparlarmis. Eee hani nerde bilimsel aciklamalar demeyin, bunlar gercegin ta kendisi!!


Isci Zombieler: Literature (benim literaturum o) gecmis ilk zombie turudur. Ellerindeki gucun farkinda olmayan isci insanlar cok kolay zombielere donusturulebilmektedir. Diger zombielere gore daha bilincsiz ve daha ac olmalari, onlarin az miktarda zehirle kontrol altinda tutulmasini kolaylastirir. Alt turleri bulunmaktadir;


  • Madenci Zombieler: Sporcu zombieler gibi kasli vucut tipine sahiptirler. Bunun disinda, kafalarindaki kasklari, onlarin zehirden arindirilmalarini zorlastirir. Nitekim beyinleri bir ag yumagina donusmustur.


  • Insaatci Zombieler: Her ne kadar Bokorlarin zehrine buyuk bir direnc gosterseler de gucsuz kosullari zehre olan direnci azaltmistir. Bazi zamanlarda kendilerine gelip karsi durus sergileyen ama zombie olmaktan kacinamamis bir turdur.


Bayrak sallayan Zombie: Elinde tasidigi bayrak, bu turun karakteristik ozelligi olan isyankarligi gosterirken, bayraktaki beyin resmi, bu tur Zombielerin, Zombie kalma surekliligini daim ettirmek icin gerekli olan beyin yeme hakkinin en buyuk savunuculari olduklarini gosterir. Bayrak sallayan Zombieler, Bokor buyundurlugu altina girmemek icin verdikleri mucadeleyi kaybetmis insanlardan turemistir. Yolunu sasirma ve bireysel hareket etme ozellikleri, onlarin Zombie turu adi altinda siniflandirilmalarinin en buyuk nedenidir.

Gazete tutan Zombie: Gazete, dergi "ve bunun gibi kagit parcalarindan" kolaylikla bulasabilen Bokor zehri, gazete okuyan insanlari kolaylikla zombielere cevirmistir. Bu turun en onemli ozelligi tuttuklari gazeteden oturu onlerini gorememektir. Ayrica bu turun “entellektuel” gorunusleri, onlarla mucadeleyi zorlastirmaktadir.


80lerin bonus kafali dansci zombieleri: Bu tur, dunyaca unlu tekstil markalarinin en degerli musterilerinden turemistir. Zehrin kagit parcasi disinda kumasla da yayildigi gorulmektedir. Dans edebilme becerileri, bu turun Bayrak sallayan Zombielerle ayni olan isyankarlik ozelliklerini gosterir. Ancak, bu tur de tek bir hedefe yonelme ve bir seyi milyonlarca kez tekrar etme gibi tipik zombie ozelliklerinden dolayi bu cinste degerlendirilmektedir.


Sporcu Zombieler: Dansci Zombielerden ayrilan tek ozelligi, dans etme ozelligi degil de spor yapabilme becerileridir. Ayrica bu ture zehri bulastiran kaynagin kucuk kagit parcaciklari oldugu gorulmustur. Kasli vucut yapilari ve hirslari onlarla mucadele etmekte buyuk engel teskil etmektedir.


"Bokorlar tum bunlari, Fugu balikciginın zehrinden bile daha tehlikeli bir zehirle yaparlarmis." 

Bu zehre de kapitalizm denirmis. Kapitalizm zehrinin yayilma yollari da kagit ve kumas parcalariymis. Bol miktarda renkli boya ilavesi de bu zehrin gucunu arttirirmis.

Panzehire gelince, her birimizin kapitalizm zehrine bir sekilde maruz kaldigimiz dusunulurse, panzehiri elde etmek dahasi bunu uygulayabilmek oldukca guc. Bu konuda sozu sevgili Yasar Kurt’a birakmayi tercih ediyorum…



Zehirden uzak kaldigimiz her anin tadini cikarmamiz dilegiyle, BaşBaş...